Seul'ün Ritmi: Geleneksel ve Modern Arasında Bir Keşif Serüveni
- İrem Aycı
- Sep 22, 2024
- 7 min read
Updated: Sep 23, 2024

Aslında başlangıçta planda olan bir şey değildi Kore’ye gitmek. Bizim öncelikli hedefimizde evlenmek ve yeni evimizin mobilyalarını bir an önce alıp yerleşmek vardı. Yani 2025 ile beraber yeni zamlar gelmeden…
Fakat işler öyle yürümedi, 4+ sezonlu akıl karıştıran karmaşık bir dizinin ortasında bir anda “Vizesiz yerleri araştıralım mı” diye bir ses çınladı evin salonunda. Raşit’ti bunu söyleyen. Ben de bu anı beklercesine kalkıp hemen bilgisayarı kucağıma aldım ve başladık araştırmaya. Brezilya, Karadağ, Katar, Kosova, Kuzey Makedonya, Maldivler, Sırbistan, Tayland, Ukrayna, Güney Kore… …
… Güney Kore mi?...
O akşam gidiş dönüş uçak biletlerimizi satın aldık (2 kişi gidiş dönüş toplam 70.000 TL), kalacağımız otellerimizi seçtik ve odalarımızı ayırttık (oteller de oldukça ucuzdu). Gerekli uygulamaları indirdik, KETA belgemizi hazırladık (bu belge vize yerine geçen bir doğrulama belgesi, o olmadan uçağa binmeyin), birkaç Korece kelime öğrendik ve diziye devam ettik. 2,5 saat içinde her şey hazırdı! İşte Güney Kore’ye gidiyorduk!
1 Eylül Pazar sabahı babam bizi İstanbul Hava Alanı’na bıraktı, gözlerindeki “bu çocuklar yuva kuracak da biz de göreceğiz” ifadesini konudan bağımsız herhangi biri bile anlayabilirdi.
Bu bakışların dramasından kurtulup attık kendimizi güvenlik geçitlerine.
İlk kez bu kadar uzun bir yol uçacaktık. Benim yolculuklarda en sevdiğim şey kara-hava-ray farketmez navigasyondan yolu seyretmek ve ne kadar kaldığını hep bilmektir.
Üzerinden geçeceğimiz ülkelerin isimleri ve bir isimden ibaret olan o ülkelerin kuş bakışı nasıl göründükleri beni çok heyecanlandırıyordu. Ve o gürültü duyuldu… Saat öğleden sonra 6’ydı… Uçak kalkıyordu…
Aşağıda bütün Orta Asya halı gibi serilmişti. Kendimi Göktürk Kağanlığı’na ait bir hava piyadesi gibi hissediyordum.
Karadeniz’i geçtikten sonra Rusya’nın Güney ve Doğu bölgelerinin üzerinden ve sonra Orta Asya’ya doğru Kazakistan üzerinden uçtuk. Moğolistan’a vardığımızda Kazakistan’ın ardından Moğolistan’ın geniş bozkır ve dağlık alanlarının üzerinden geçmek halı rengini kahve renginden yeşile değiştirmek gibiydi.

En merak ettiğim yerdeydik Çin’in kuzeydoğu bölgeleri üzerinden uçuş… Ama yağmur bulutları ülkenin üzerini öyle bir kaplamıştı ki, sanki pencerelerden az sonra melekleri görecek gibiydik.
Yaklaşık 8 saat böyle geçtikten sonra Güney Kore’ye yaklaşırken Çin ve Güney Kore arasında yer alan Sarı Deniz’in üzerinden geçtik. Kahvaltı vaktiydi, mantarlı omlet, kayısılı yoğurt, zeytin, peynir, domates, salatalık, tereyağı ve bal yedik. Akşam yemeğinde de daha önce tatmadığım bir soslu tavuk ve şarap vardı. Türk Hava Yolları’nın mutfağı o gece bize şov yaptı. Kendimi çok iyi hissediyordum, Raşit’e baktığımda The GodFather’ın 3. Filmine geçmişti. İniş başlamıştı…

Uçaktan inmeden yapılan anons beni çok şaşırttı. Ülkeye dışarıdan mango ve sosis, salam gibi ürünler sokmak yasaktı. Mango neden diye merak edip araştırdığımda zararlı organizmalar taşıma riski ve Akdeniz sineği larvası içerebileceğinden yasaklanmış olduğunu öğrendim. Uçaktan indiğimizde havada sanki bir sarımsak kokusu vardı, karbon monoksitle karışmış bu koku tüm seyahat boyunca beni izleyecekti.
Şimdi bizi otele götürecek bir otobüs bulmamız lazımdı, işte macera başlamıştı. Peki ama ülkede İngilizce konuşma oranı %20-30 iken biz nasıl iletişim kuracaktık?.. Neyse ki gerekli uygulamaları indirmiştik: K-ride, papaGO. Bunlardan biri taksi biri çeviri programı, resmen elimiz ayağımız oldular. Bir deee… öyle bir uygulama var ki hem otobüslerin hem de tüm ray ağının kaşifi olabilirsiniz: Naver Map. Google Map malesef Kore için oldukça başarısız bir map.
papaGO sayesinde otobüs acentesiyle konuştuk ve iki bilet alıp sıraya girdik. Otobüs geldiğinde çok şaşırmıştık. İçerisi kocaman bir limuzin gibiydi. Koltukları pamuk gibi bir Hyundai otobüsünün içindeydik. Yolculuk keyifli geçti.
1. Gün
Aslında birinci günün programı çok yoğun değildi. Yani ben öyle sanıyormuşum. Odamıza girdiğimizde saat öğlen 10 gibiydi. O kadar yorgun hissediyorduk ki duş alıp hemen uyumak istedik... Sonra Raşit’le göz göze geldik çünkü şimdi uyunacak zaman değildi, sadece 5 günümüz vardı ve bu ülke çok büyüktü.
Hemen birer kahve yuvarladık şimdi zımba gibiydik işte!
Attık kendimizi Seul’un cıvıl cıvıl sokaklarına.
Hyundai AVM’ye gelmiştik. Burası şehrin en büyük alışveriş ve modern sanat merkezi. Kapıda X-Ray yok, dilediğiniz gibi girin çıkın.
Önce biraz exchange yapmak için ofise uğradık. Biliyorsunuz Kore parasına göre görünüşte bizim paramız değerli çünkü 1 won, 25 kuruşa tekabul ediyor. Fakat durum hiç öyle değildi.
Ülkedeki enflasyon oranı, fiyat düzeyleri, ekonomik yapı, döviz kurları, tüketim alışkanlıkları ve vergi kavramı o kadar farklı ki TL kullanan biri olarak ülkedeki alım gücünüzün ne kadar düşük olduğunu hissedeceksiniz.

Özetle Güney Kore, yüksek teknoloji ve sanayi ağırlıklı bir ekonomiye sahip. Bu, birçok ürün ve hizmetin fiyatlarının yüksek olmasına neden olmuş ve eşit gelir dağılımı sayesinde en düşük demografik sınıfın gelir düzeyi orta sınıftan başlıyor. Güney Kore’de asgari ücret 2024 yılı için saatlik yaklaşık 9,620 KRW (Güney Kore Wonu) olarak belirlenmiş. Bu, aylık yaklaşık 2,000,000 KRW (yaklaşık 1,600 USD) civarında.
İzlediğim belgesellere göre Güney Kore’nin çay kültürü bizimkine çok yakınmış. Her yerde her zaman çay içiyorlarmış. Misafirlerini ağırlarken, stresliyken, üzgünken, mutluyken ve neşeliyken. Hep…
Ama ben bunun kahveye evrildiğine gittiğimde şahit oldum. Sanırım çay artık geleneksel sınıfına giren bir ürün haline gelmiş. Taksi şoförleri, öğrenciler, hamile anneler, askerler, emekliler herkes aklınıza gelebilecek her insan buzlu kahveyi kültürünün içine işletmiş. Belki de yaz diye böyleydi ama gittiğimiz tek bir yer vardı ki tatmak istediğimiz o çayı bize ikram etti.
Çay gül aromalıydı, kış çaylarına benziyordu. Konuksever restorana teşekkür edip biraz alışveriş yaptıktan sonra kendimizi otele attık. K-ride sayesinde hemen bi taksi bulduk ve zorlanmadan geri döndük.
Sonrası 12 saatlik bir uyku…
2. Gün
Ertesi gün saat 9’da bi kahve için otelin altındaki kahveciye indik. Orada Blueberry Scone dedikleri yuvarlak bir poaça yedik. Üzerine krem peynir sürülerek yeniyor ve ben yulaf sütüyle birlikte denedim, şahaneydi!
Bugünün rotasında Seul Tower vardı. Hemen kahveleri yuvarlayıp doğruca otobüs durağına attık kendimizi. Uzun birkaç vesayetten sonra kocaman bir korudaydık. Korunun ucundan devasa bir kule göklere kadar uzanıyordu. Gözlerim hemen teleferik aradı. Çünkü internette teleferikle çıkacağımız yazıyordu.
Öyle olmadı maalesef otobüsle çıktık, her gördüğünüze inanmayınız yani. 🥹
Kule’de olan biteni aşağıdan izleyebilirsiniz.
Seul’ü bir iş yeri olarak düşünelim… Bu binanın her yerinde internet çeker değil mi? Evet ülkenin her şehre özel bölünmüş free wifi ağı turistlere mükemmel bir derin nefes imkanı sunuyordu. Teşekkürler Seul Büyükşehir Belediyesi!

Sonraki hedef Gangnam’dı… Evet o woppa Gangnam style!
Burası Seul’ün Nişantaşı’sı gibi bir yer. Son model arabaların, moda ikonu gençlerin, K-Pop ünlülerinin takıldığı yerlerden biri.
Ülkedeki son model arabaların bir çoğu ya Hyundai ya KIA. Burada yerli malına verilen önem büyük!

Hatta öyle sokaklara girdik ki özel kulüpler ve değişik amblemleri olan private exclusive köşklerle doluydu. Arkadan bir Stephen King ürpertisi gelmeye başlamıştı ki oradan uzaklaştık. Ev kekleri yapan küçük bir işletme bizi karanlıktan çeken tonton bir babaanne gibiydi. Yeşilçaylı dondurmalarımızla glutensiz keklerimizi yiyip yeni aldığımız IQOS’ları deneyebileceğimiz bir yer aradık.

Şehrin herhangi bir yerinde sigara içmek yasak. O muhteşem banklar, harika çay bahçeleri… Bu harika bir şey. Peki ya bir smokersanız. O zaman sizin için ayrılmış kapalı otobüs duraklarına benzer bir yerde sigaranızı içebilirsiniz. Tabii etrafınızda öyle bir yer görememeniz de mümkün çünkü bazı bölgelerde sigara içme oranı %0,01.

Ama onu da artık son derece teknolojik bir hale getirmişler ve I Quit Ordinary Smoking demişler. Hayran olunası bu problem çözücüler bir de özel kulüpler oluşturmuşlar. IQOS mağazaları’nda özel bir oda bulunuyor, bu odada kulüp üyeleri buzlu kahveleri eşliğinde IQOS’larını içiyorlar. Müthiş bir yerdi. Markanın bu kampanyasını inanılmaz sevdim.
Derken etraftaki outdoor kampanyalardan bazıları da dikkatimi çekmeye başladı, içimdeki reklamcı uyanmıştı. Birkaç fotoğraf çekip onu yeniden uyuttum.

Yeongdeungpo’ya yani kaldığımız otelin mahallesine geldiğimizde kendimizi evimizde gibi hissediyorduk. Bizim sokakta çok güzel kokular gelen bir esnaf lokantası vardı. Akşam yemeği için burayı seçtik.
Bizim meyhanelerdeki gibi balık dolabının önünden istediğiniz balığı seçiyorsunuz ve masadaki tencerede kaynatıyorsunuz. Çok eğlenceli bir yerdi. İlk kez burada seju içtim, anasonsuz şekerli alkol. Başka bir şey değil bence, aniden sarhoş olmak isteyenlere uygun bir içki.
Bilmiyorduk, uyandığımızda ertesi gün olmuştu…
3. Gün
Bugün diğer otelimize geçecektik. Gapyeong’a gidip orada konaklayacaktık çünkü ertesi gün Nami adası’na gidecektik. Güzelce karnımızı doyurduk ve o muhteşem Kore tostlarından yedik.
Uzun bir yolculuğun ardından nihayet Gapyeong’daydık. Otelimize gidebilmek için bir taksi tuttuk. Burada taksiciler dolandırıcı değil, uygulama üzerinden seyahat ediyorsanız zaten sorun yok. Uygulama kullanmayanlarsa fiyatı önceden söylüyorlar ve uygulamadan kontrol ettiğinizde gördüğünüz fiyatla uyuşuyor.

Otele vardığımızda in cin top oynuyordu. İnternetteki resimlerine de malesef istediğimden fazla benziyordu. O anda burasının geldiğimiz yanlış bir yer olduğunu dilemiştim çünkü. Kapıda anahtarı üstünde bir araba vardı, uzuuun uzun kornaya bastım ki biri bizi gelip içeri alsın. Yorgunluktan ölmüştük artık. Bekledik.. bekledik… gelen giden yoktu. Özgürce birer sigara içip düştük gerisin geri Seul yollarına.

Dönmeden birer Ramen yedik, keyfimiz yerine gelmişti. Yaşadığımız bu dolandırıcılığın yarası çok çabuk kapanmıştı, yaşadığımız macera bize kar kalmıştı.
Seul’a döndüğümüzde ana kucağında gibiydik. İlk gün keşke gelmeseydik dedirtecek kadar bizi korkutan Seul 24 Saat, bu akşam hissettirdikleriyle bize kucak açtığını belli ediyordu.
4. Gün
İşte büyük gün! Everland’e gidiyoruz!
Sabah kalbim ağzımda uyandım, bu hissi en son bi bayram sabahı ayakkabılarımı başucumda gördüğümde hissettiğimi hatırlar gibiyim. Hemen giyinip kendimizi sokağa attık. Kahvaltı bile etmemiştik. Uzun birkaç otobüs yolculuğundan sonra işte oradaydık.
Samsung burada pandaların bakımlarını üstlenmiş ve everland’e de sponsor olmuştu. Parkın birçok noktasından çok güzel brandingler yer alıyordu.
Dönüşte Raşit’in ısrarla tavsiye ettiği Five Guys’a uğradık. Bana kalsa ben hala bir esnaf lokantası arıyordum. Raşit’in içindeki burger yoksunluğu daha fazla dayanamadı. Gerçekten güzeldi, yer fıstığı esprisi de oldukça güzel ama yer fıstıklarının tadı berbattı malesef.
Raşit’in dün alel acele bulduğu otelimize döndük. Hızlıca bulunan bir yere göre oldukça ucuz ve moderndi, ısıtmalı tuvalet mi istersiniz, sinema screen mi? Benim uzun uğraşlar sonucu dolandırılmam sonrasında bu hiç iyi olmamıştı. Şimdi Raşit 2-1 öndeydi. 😊
5. Gün
Son günümüzde uçak gece 11’de olduğundan artık en sevdiğimiz yere veda etmek istedik ve Seul’ün kalbine, modern sanat merkezine gittik. Çocuklar gibi eğlendik, sokaklarda bir daha hiç görüşemeyecekmiş gibi Seul’a sarıldık. Çok yavaş hareket ediyorduk.
Bunca yaşadığımız şeyi süngerin içine çeker gibi zihinlerimizde demlendiriyorduk. Havadaki sarımsak kokusuyla birlikte hikayenin döngüsü tamamlanıyordu.
Son ramenlerimizi içtik, veggy-roll’larımzı yedik ve geceyi gece ettik. Atladık otobüse Incheon’a geldik.
Buradaki hava limanının branding bile hello kity gibi bir kedi. Çok enteresan insanlar gerçekten, bu biricikliğe hayran kalmamak elde değil.
Uçağa girdikten sonra içimizi bir hüzün kapladı. Biraz da pişmanlık çünkü programıma baktığımda gidemediğimiz çok yer kalmıştı.
Fakat inerken tüm hücrelerimizi saran evde olma hissi, bu dramanın da çok uzun sürmesine izin vermedi.
Comments